“Doğu sorunu” adı verilerek yürürlüğe sokulan, Batı politikasının merkezinde; ekonomik bağımlılığı sağlamak, din ve etnik köken farklılıklarını ayrılıkçı amaçlar için kullanmak vardır.
Türk-Arap, Türk-Kürt İlişkileri / Bilimsel Siyaset Kurultayı 2021-05-25 23:06
“Doğu sorunu” adı verilerek yürürlüğe sokulan, Batı politikasının merkezinde; ekonomik bağımlılığı sağlamak, din ve etnik köken farklılıklarını ayrılıkçı amaçlar için kullanmak vardır. Para ve siyasi destekle yürütülen kışkırtma, sistemli ve sürekli bir dış karışma politikası haline getirilir. Bu politika, yoksullaşan halkın sorunlarına yanıt veremeyen kötü yönetimlerle birleşince, iç gerilimler ve ayrışmalar için uygun bir ortam oluşur.
Türk-Arap İlişkileri: İslamiyet'i 9.yüzyıldan sonra kabul etmeye başlayan Türkler, bin yılı aşkın bir süredir bu dine bağlı olarak yaşamaktadır. Uzun bir süreçten geçerek benimsedikleri bu dinin sıradan inananları olmamış, Müslüman olan diğer milletlerden farklı olarak, bu dini çok geniş bir coğrafyaya yayarak kurumsallaştırmış ve korumuşlardır. Haçlı seferlerine karşı koyanlar, İstanbul’u alanlar, İslamiyet’i Avrupa’nın ortasına dek götürenler Türkler'dir. Bu dinle bütünleşip gerçek temsilcileri haline geldiler. Bu konuda yapılacak incelemeler, varılacak yargılar, din değil bir tarih sorunuydu; tarih ise inanca değil, bilime bağlı olarak ele alınmalıydı. Ancak, ne ilginçtir ki, Türkiye’de böyle yapılmadı, tarih çoğunlukla dine bağlı olarak yorumlandı. Bu yaklaşım biçimiyle, Türk tarihinin bozulmaya uğraması kaçınılmazdı, öyle de oldu. Türk-Arap ilişkileri, İslamiyet’ten sonra 8.yüzyılda, Emeviler’in Türk bölgelerine saldırısıyla başladı ve hemen tüm Türk boyları, kendilerini yoğun bir şiddet içinde buldular. Saldırılarda kullanılan ideolojik gerekçe İslam’ın yayılması, gizlenen gerçek amaç ise, varsıl Türk ve Acem bölgelerinin yağma edilmesiydi. Emeviler, Ortadoğu’yu yağmalamak için Hıristiyanlığı kullanan Haçlılar gibi, yöneldikleri eylemin din için savaş (cihat) olduğunu söylüyor, saldırganlığı bu söylem üzerinden meşrulaştırıyordu. Zora boyun eğmeyen yapıları nedeniyle Türkler’in Müslümanlığı kabul etmeleri, Emevi baskısıyla değil, daha sonra 9.yüzyıldan itibaren kendi istek ve bilinçli seçimleriyle oldu. Abbasi dönemiyle birlikte Emevi yıkımını atlatmaya çalışan Türkler, Türk-Arap ilişkilerinin yönünü belki bilmeden değiştirdiler ve kısa bir süre içinde yönetim sistemini ele geçirdiler. Kültürel gelişkinlik, siyasi-askeri örgütlenme yeteneği ve eğitim düzeyleri; bu olanağı veriyordu. 10. yüzyılda değişik biçimlerde belirginleşen bu üstünlük, 20. yüzyıla dek sürdü. Bu süre içinde kurulan çok sayıda devlette her zaman Türkler yöneten, Araplar ise yönetilen konumda oldular. Osmanlı yönetimine karşı ilk karşı çıkışlar, 19.yüzyıl başlarında Vahabiler tarafından başlatıldı; Emir Muhammed Suud, Osmanlı birliklerinin hiç ummadığı bir anda Mekke’ye saldırdı. Avrupalı büyük devletler, Osmanlı İmparatorluğu içinde, “dinsel kışkırtmayı siyasal amaçla” ilk kez kullanıyor ve bunda da son derece başarılı oluyordu. Hıristiyan olmalarına karşın, paranın gücüne ve işbirlikçilere dayanarak “Müslümanı Müslümana kırdırıyor”, üstelik bunu çok ustalıklı bir biçimde yapıyorlardı. Günümüzde de süren bu politika, son 200 yıl boyunca hem Türkler’in hem Araplar’ın bağımsızlıktan yana tüm yenileşme girişimlerinin karşısına çıkarılmıştır. İngilizler, Fransızlar ya da Almanların (şimdi Amerikalıların) Doğu politikaları tümüyle, dinin politik araç olarak kullanılması üzerine kuruludur. Türk-Kürt İlişkileri: Köken anlamında Türkler ve Kürtler binlerce yıllık ortak geçmişe sahiptirler ve barışçı bir ortamda birlikte yaşayarak birbirleriyle kaynaşmışlardır. Pek çok konuda yaşam ve duygu birliği içindedirler. Kürtlerin etnik kökenleri konusunda da tarihçiler arasında görüş birliği yoktur. Bazı tarihçiler kürtlerin iran asıllı olduklarını, bazıları gürcü bazıları ise Orta Asya’dan gelen Türk boyu oldukları (1) görüşündedirler. Osmanlı, Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgede tımar sistemini uygulamadı. Bölge yönetimini babadan oğula geçen aşiretlere bırakıp özel haklar tanıdı. Haraç, cizye ve aşar vergilerini vermiyorlardı. Çevreleri de koruma altındaydı. Bunlar, tarihte hiç ulaşılmamış ayrıcalıklardı. Anadolu Türklüğü bu uygulamalardan çok zarar gördü. Türkler ya İran’a göçüyor ya da gerçek kimliklerini gizlemeyi tercih ediyorlardı. Günümüzde “kürt” olarak bilinen Kürtçe ve Türkçe’yi birlikte kullanan Türkmen boyları bu dönemin ürünleridir. Ancak bugün ne Kürtler bir yere gidebilir ne Türkiye etnik ağırlıklı parçalara bölünebilir. Ne gidilecek bir yer ne de belirlenebilecek bir sınır vardır. Her ikisi de Türk ulusunun asal unsurlarıdır; sosyal ve kültürel kaynaşmayla iç içe geçerek Türkiye’nin her yerinde beraber yaşamaktadırlar. ABD ve AB yönlendirmesindeki ayrılıkçı örgütler, para ve siyasi desteğin itici gücüyle, bugün henüz halka inmemiş olan, Türkiye karşıtı bir propaganda yürütüyorlar. Bunlar, sonu gelmeyen çatışmalarla dolu bir karmaşa ortamı yaratarak, bölgeye yönelik emperyalist politikaların uygulayıcılığını yapmaktadırlar. Mücadeleleri içinde bolca kullandıkları eşitlik, özgürlük gibi söylemlerin elbette hiç değeri yoktur. Anadolu’da yıllar içinde oluşmuş dengeleri bozma peşindedirler. Cumhuriyet döneminde, uluslaşmanın zorunlu koşulu olarak etnik (ve dinsel) ayrılık ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu yöndeki girişimler, yüzyıllarca denetimsiz bir özerklik içinde yaşayan kimi aşiretleri, alışkanlıklarının değişecek olması nedeniyle rahatsız etti. Tutuculuğu temsil eden bu rahatsızlık, batılılar tarafından ustaca kullanıldı ve ayrılıkçılık desteklendi. Kürt nüfusun küçük bir azınlığını içine çekebilen, anti-ulusçu karşı çıkış ve ayaklanmalar bu dönemde gelişti. Sonuç: Batı aydınlanmasında Türkler’e yöneltilen olumsuz bakış ve değerlendirmenin benzeri, üstelik yoğun olarak, Arap kültüründe de vardır. Bu olumsuz bakış çok eskiden başlar ve günümüze dek sürer. Bu tutumun günümüzü ilgilendiren yanı, Türk olmasına karşın Türklüğü yadsıyan, ümmetçi bir anlayışın varlığı ve bu anlayışın siyasi güç haline getirilmesi ve etkili yerlere ulaşmış olmasıdır. Bu küresel bir girişimdir; ama bunun düşünsel temeli, yüzlerce yıl işlenen Türk karşıtlığında yatmaktadır. Türk-Kürt birlikteliği ise yüzlerce yıllık ortak yaşamın getirdiği çok yönlü bir kaynaşma üzerine kuruludur. Kaynaşma’nın niteliğini görmek, gerçek boyutlarıyla kavramak ve buna göre davranmak; ulusal birliği koruyup geliştirmek ve özellikle Kürt kökenli yurttaşlar üzerinde yoğunlaşan etnik kışkırtmayı etkisiz kılmak için şarttır. “Doğu sorunu” adı verilerek yürürlüğe sokulan, Batı politikasının merkezinde; ekonomik bağımlılığı sağlamak, din ve etnik köken farklılıklarını ayrılıkçı amaçlar için kullanmak vardır. Para ve siyasi destekle yürütülen kışkırtma, sistemli ve sürekli bir dış karışma politikası haline getirilir. Bu politika, yoksullaşan halkın sorunlarına yanıt veremeyen kötü yönetimlerle birleşince, iç gerilimler ve ayrışmalar için uygun bir ortam oluşur. Etnik ya da dinsel birlikteliklerin niteliğine bağlı olarak, ayrılıkçı hareketler ve çatışmalar ortaya çıkar. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yaşanan olaylar, bu politikanın acılı sonuçlarıdır.
Kaynaklar:
- Kaynak: Metin AYDOĞAN, Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler, Cilt-1, Sf: 733-793
- (1) Cengiz ÖZAKINCI, Bütün Dünya Dergisi, 2010 Şubat sayısı: http://www.butundunya.com/index.php?arsiv=2010-02#e-dergi&Sayfa=16
Comments